ABD’nin Yeni H-1B Politikası: Teknoloji, Sermaye ve Göçün Kesişiminde Bir Dönüm Noktası
Herkese merhabalaaar, bugün sizlerle H-1B Politikası hakkında konuşacağız. ABD, uzun yıllardır dünyanın en parlak beyinlerini çekmek için göçmenlik rejimini stratejik bir araç olarak kullanıyordu. Özellikle H-1B vizeleri, teknoloji ve mühendislik alanlarında uzmanlaşmış binlerce profesyonelin ülkeye girişinde kilit rol oynadı. Ancak geçtiğimiz günlerde Trump yönetimi, H-1B başvuruları için yıllık 100.000 doları bulan yeni ücretler öngören bir düzenleme açıkladı.
The Verge’de yayımlanan analizde bu adımın sadece göçmenlik politikalarıyla sınırlı olmadığı, aynı zamanda Avrupa’nın teknoloji yeteneklerini kendine çekmesi için bir fırsat sunduğu vurgulanıyor. Ancak daha derin bir bakış, bu düzenlemenin aslında yalnızca bir göç politikası değil, devlet ile sermaye arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayan bir sadakat testi olduğunu gösteriyor.
Benim perspektifim, bu tür politikaların hem ekonomik dengeleri hem de demokratik normları dönüştürme potansiyeli taşıdığı yönünde. Bu yazıda, söz konusu kararın göçmenler, teknoloji şirketleri ve küresel güç dengeleri üzerindeki etkilerini kapsamlı biçimde ele alacağım.
1. H-1B Vizesi: Tarihsel Arka Plan
H-1B programı, özellikle 1990’lardan itibaren Amerikan teknoloji sektörünün büyümesinde kritik bir rol oynadı. Silikon Vadisi’nin hızlı yükselişi, yalnızca yerel yetenek havuzuna değil, dünyanın dört bir yanından gelen mühendis, yazılımcı ve araştırmacılara dayanıyordu.
Ancak program, yıllar içinde iki yönlü bir tartışmanın merkezinde yer aldı: Bir yanda “ABD’ye küresel beyin göçünü çekmek ve inovasyonu beslemek” argümanı; diğer yanda ise “yerli iş gücünü ucuzlatmak ve sömürmek” suçlamaları. Bu nedenle H-1B, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik bir tartışmanın da odağı oldu.
Trump’ın yeni düzenlemesi ise bu tartışmayı farklı bir noktaya taşıyor: göçmen emeğini daha pahalı hale getirerek sermayeyi yönlendirmek ve aynı zamanda devlet gücünü teknoloji sektörü üzerinde artırmak.
2. Göçmenlik mi, Sadakat Testi mi?
Yüzeyde bu düzenleme, “ABD iş gücünü korumak” gerekçesiyle açıklanıyor. Fakat aslında burada daha derin bir stratejik mantık işliyor.
Yıllık 100.000 doları bulan ek maliyetler, küçük ve orta ölçekli şirketler için caydırıcı bir bariyer oluşturacak. Dolayısıyla yalnızca büyük teknoloji şirketleri bu maliyeti karşılayabilecek. Bu da iki kritik sonuca yol açıyor:
1. Sektörün merkezileşmesi: Startup ekosistemi daralırken, büyük şirketlerin piyasa üzerindeki hâkimiyeti artacak.
2. Siyasi sadakat ilişkisi: Devlet, göçmen emeğini sadece ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik bir araç haline getiriyor. Kimin sisteme uyum sağlayacağı, kimin “sadakat göstereceği” belirginleşiyor.
Bu durum, serbest piyasa ve demokratik rekabet ilkelerine ters düşüyor. Çünkü sermaye serbestçe hareket edemez hale gelirken, devletin şirketler üzerindeki gözetim kapasitesi artıyor.
3. Avrupa ve Küresel Fırsatlar
Haberde de vurgulandığı gibi, Avrupa bu gelişmeyi büyük bir fırsat olarak görüyor. Özellikle Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkeler uzun süredir teknoloji yeteneklerini çekmeye çalışıyor. Trump’ın attığı adım, bu ülkelerin elini güçlendirebilir.
Örneğin:
• Avrupa Birliği, Blue Card sistemini kolaylaştırarak nitelikli göçmenleri çekmeye çalışıyor. • Berlin ve Amsterdam, startup ekosistemlerinde cazibe merkezi olma yolunda ilerliyor. • İngiltere, Brexit sonrası teknoloji göçünü artırmak için yeni vizeler devreye aldı.
Bu açıdan bakıldığında, ABD’nin “kendi ayağına sıkma” riski söz konusu. Çünkü yetenek kaybı sadece kısa vadeli bir ekonomik zarar değil, uzun vadeli teknolojik üstünlüğün aşınması anlamına geliyor.
4. Teknoloji Şirketleri İçin İkilem
Yeni düzenleme, özellikle startup ekosistemi için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Çünkü girişimlerin çoğu, sınırlı sermayeyle hareket ediyor. Bu tür bir maliyet yükü, yeni fikirlerin piyasaya girişini engelleyebilir.
Büyük şirketler – Google, Microsoft, Amazon – içinse durum farklı. Onlar hem bu maliyeti göğüsleyebilir hem de devletle ilişkilerini güçlendirebilir. Ancak bunun bedeli, piyasa dinamiklerinin daha da tekelleşmesi olacak.
Bu bağlamda, teknoloji sektörü bir “yeni feodalizm” riskine sürüklenebilir: sermaye yoğun şirketler devletin sadık ortakları haline gelirken, küçük aktörler sistemin dışına itilir.
5. Sosyo-Politik Etkiler
Bu politikanın göçmenler açısından doğrudan sonuçları var:
• Belirsizlik ve güvensizlik artışı: Yabancı çalışanlar, ABD’de kalıcı bir gelecek kurma konusunda daha fazla endişe taşıyacak.
• Eşitsizliklerin derinleşmesi: Büyük şirketlerde çalışan göçmenler avantajlı, küçük şirketlerde çalışanlar dezavantajlı hale gelecek.
• Kültürel kırılmalar: ABD, tarihsel olarak “fırsatlar ülkesi” imajını yitirme riskiyle karşı karşıya kalacak.
Ayrıca bu durum, ABD’de göçmen karşıtı söylemin siyasi fayda için araçsallaştırıldığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Göçmen emeği, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda politik sadakat üretme aracı haline geliyor.
6. Türkiye İçin Yansımalar
Türkiye de bu denklemde dolaylı bir paya sahip olabilir. ABD’nin teknoloji vizelerindeki kısıtlama, nitelikli Türk yazılımcıların Avrupa’ya yönelmesine yol açabilir. Bu da Türkiye’den beyin göçünü hızlandırabilir.
Öte yandan, bu gelişme Türkiye için yeni iş birlikleri kapısı da aralayabilir. Avrupa’nın teknoloji alanında daha fazla yeteneğe ihtiyaç duyması, Türkiye’nin genç nüfusunu değerlendirebileceği stratejik bir alan sunabilir. Fakat bu fırsatın hayata geçmesi, iç politikada eğitim, Ar-Ge ve dijital altyapı yatırımlarıyla doğrudan bağlantılıdır.
7. Sonuç: Sermaye, Teknoloji ve Demokrasi
ABD’nin H-1B vizelerine getirdiği yeni ücretler, göçmen politikası görünümü altında aslında bir sermaye kontrol mekanizması işlevi görüyor. Bu karar, demokratik değerler açısından ciddi soru işaretleri yaratıyor. Çünkü göçmen emeğinin serbest dolaşımı kısıtlanırken, devlet-sermaye ilişkisi daha merkezi bir yapıya kayıyor.
Bu tablo, üç temel tehlikeyi barındırıyor:
1. Teknolojik üstünlüğün zayıflaması: ABD, uzun vadede yetenek kaybıyla karşı karşıya.
2. Piyasa tekelleşmesi: Büyük şirketler avantajlı, küçük girişimler dezavantajlı hale geliyor.
3. Demokratik gerileme: Göçmen emeği bir sadakat testine indirgeniyor.
Bu noktada asıl soru şu: ABD gerçekten göçmen emeğini sınırlamak mı istiyor, yoksa sermayeyi ve toplumsal sadakati yeniden şekillendirmek mi?
Benim yanıtım, bu düzenlemenin daha çok ikinci kategoriye girdiği yönünde. Çünkü göçmenliği sadece ekonomik değil, ideolojik bir araç olarak gören bir yaklaşım var ortada.
Tartışmaya Açık Sorular
• Bu düzenleme, ABD’nin “inovasyon merkezi” olma statüsünü zayıflatır mı?
• Avrupa gerçekten bu boşluğu doldurabilecek mi, yoksa geçici bir avantaj mı yaşayacak? • Türkiye, bu süreçte kendi genç nüfusunu değerlendirmek için nasıl bir strateji izlemeli?
Bu sorular, yalnızca göçmenlik meselesinin değil, aynı zamanda küresel güç dengesinin ve demokrasinin geleceğinin de merkezinde yer alıyor.
Sence ABD bu politikayla teknoloji dünyasını daha güvenli mi, yoksa daha otoriter mi hale getiriyor? Yorumlarını bekliyorum.
Hiç yorum yok: